18 Mayıs 2024 - Cumartesi

Şu anda buradasınız: / Genç Nesiller, Bizim Yarınımız Mı, Yoksa Bu Günümüz Mü?
Genç Nesiller,  Bizim Yarınımız Mı, Yoksa Bu Günümüz Mü?

Genç Nesiller, Bizim Yarınımız Mı, Yoksa Bu Günümüz Mü? VUSLAT

GENÇ = DEFÎNE – HAZÎNE…

Osmanlılar, İslam kültürünü yorumlarken, dört şeyi “hazîne” olarak adlandırırlar:

  1. Hazîne-i Bîrûn… Devletin rutin ve devamlılık arz eden tüm gelir-giderlerinin işlem gördüğü genel hazîne… Yani ‘Devlet Hazînesi’
  2. Hazîne-i Humâyûn… Padişahın ve sarayın özel gelir ve giderlerine ait kayıtların tutulduğu ve muhafaza edildiği hazîne… Yani ‘Hazîne-i Hâssa’…

 

Evet, bu ilk ikisi, kelimenin yerleşik anlamıyla tam tamına ve bildiğiniz anlamda birer ‘hazîne’… Ancak bu ‘hazîne’ kelimesinin, aşağıda gelecek 3. ve 4. Maddelerde daha spesifik bir anlam kazandığını görüyoruz:

  1. Hazîne-i Evrāk… Her ne kadar biz bugün resmi veya özel kütüphanelerimizde, sanki değersiz şeylermiş gibi algılanmaya müsait şekilde, kitapların ve her tür yazılı, basılı, sesli, görüntülü ve süreli yayınların yığımlandığı yer anlamında ‘kitap deposu’ ifadesini kullanıyorsak ta; bu deyim yani hazîne/hızâne, Osmanlılarda ve Müslümanlara ait tüm coğrafyalarda -hâlen de- arşiv ve kütüphanelere verilen isim olarak algılanır… Ve:
  2. Genç Nesiller’… Bu terim üzerinde biraz yoğunlaşalım: “Genç” , aslen Arapçadaki “kenz” kelimesinin Farsçaya ve Türkçeye uyarlanmış şekli olup; hazîne ve daha çok ‘defîne’ anlamında kullanılır.

Her ne kadar, zamanla birbirinin yerine kullanılıyor olsa da, defîne ile hazîne arasındaki temel fark; birincisinin, henüz kullanımda olmayan, yer altında gömülü bulunan maddi değerleri; ikincisi ise genelde insanların, özelde ise devletin kullanımında bulunan işlenmiş altın, gümüş, mücevher, inci gibi, “büyük servet” anlamına gelen maddi değerler manzumesini ifade etmesidir.

Yani her hazîne, bir zamanların definesidir ve her define de, yapılan kazı neticesinde gömü olmaktan çıkarılarak kullanılır hale getirilen bir hazîne olmaya namzeddir.

‘Genç’ kelimesinin, kullanıldığı dillerde -aynı anlamda olmak üzere- ‘gencîne’ vs. şeklinde isti’mali de söz konusudur. (Bk: Ferheng-i Zıyā C:III -İlgili madde)

Sadede gelecek olursak, İslâm kültür hayatında, yukarıda ifade edildiği üzere daha çok define anlamında kullanılan ‘GENÇ’ kelimesinin, laik batı kültüründeki karşılığı olan ‘YOUNG –(yang)-’ ise yaygın olarak yeni, küçük, yavru, toy, civciv, acemi, çaylak, körpe, yeşil, tecrübesiz, taze fidan, ot  vb. anlamında kullanılmaktadır. (Bk: İlgili link; https://www.zargan.com/tr/q/young-ceviri-nedir)

Aynı kelimenin, medeniyet anlayışlarının neticesi olan kültürlere göre yüklendiği anlam farkına bakar mısınız? Yani yeni nesillere ‘defîne’ ya da ‘hazîne’ gözüyle bakan bir medeniyet neredeee? ‘Ot’ ya da ‘tecrübesiz’ şeklinde anlamlandıran bir uygarlık anlayışı nerede?

Şayet nesillerimiz, kendilerini çok değerli olarak niteleyen bir medeniyetin mensubu olmanın verdiği şerefe sırt çevirirken; genç kuşakları toy, körpe ya da çaylak vs. olarak adlandıran bir uygarlığın peşine takılıyorsa, burada acilen müdahale edilmesi gereken bir sorun var demektir.

ÖZGÜN KURUMLARIMIZA DAİR RASÛL (a.) DEN BİR BELGE!...

Sözün tam burasında “Beklenen neslin eğitimi ve özgün kurumları nasıl olmalı?” sualinin arkasına takılmak gerektiğini düşünüyorum.

Şöyle bir anekdot vardır: 21. Yüzyılda, batı ülkelerinden birinde bir anne, pedagoga gider. Amacı, henüz altı aylık olan küçük çocuğunu fiziki, zihinsel, sosyal ve duygusal anlamda sağlıklı şekilde yetiştirmenin ilkelerini öğrenmek üzere rehberlik ve danışmanlık hizmeti almaktır.

Kendisini dinleyen doktor: “Hanımefendi, bu konuda altı ay geç kalmışsınız!” der. Şimdi bir de, Asr-ı Saadet’e, Medine’ye gidelim. Yani 7. Yüzyıla… Ashâb-ı kirâmdan bir zat, Hz. Peygamber -aleyhisselam-’in huzuruna varır ve: “Yâ Rasulallah! Küçük çocuğumu nasıl eğitip terbiye edeyim? Tavsıyelerinizi almak isterim” der. Efendimiz -aleyhisselam- cevaben: “Çocuğun terbiye ve eğitimi ana karnında başlar” meâlinde bir karşılık verirler. Şimdi bu iki olay karşısında, bir ‘zaman farkı’na bakalım, bir de benzer durumdaki iki problemin çözümündeki köklü yaklaşım farkına… 1400 sene öncelerde ve hatta tâ Âdem -aleyhisselam-’dan beri, çocuğun terbiye ve eğitiminin, ana karnında başladığını bize öğreten İslam… Ve çocuk eğitiminin doğum ile başladığını telkın eden, bu seviyeye de, ancak 21. Yüzyılda ulaşabilen bu günki laik batı zihniyeti… Burada tahlil etmeye çalıştığımız sorunun en temel cevabı, işte bu nebevî yaklaşımdadır.

‘Beklenen Nesil’ ifadesiyle gelecek nesillerimiz kasdediliyorsa, VUSLAT’ın bu sayısında tartışmaya açılan dosya başlığının doğru olduğunu söylemeye gerek yoktur. Ancak önce, problemle doğrudan yüzleşmemiz gerekir. Zira, karşılaşılan problemleri öteleme, görmezden gelme ve geleceğe havale etme hakkımız yoktur. Burada şimdiki nesillerin durduk yerde edinmesi gereken karakteristik donanım kasdedilmiyor. Zira onları “Eğitim Zayiatı” sayma hakkımız, elbette ki yoktur. ‘Zararın neresinden dönülürse kârdır’ fehvasınca hemen bugünden, kolları sıvamalı, işe koyulmalıyız. Bunun için de önce kendimizden, ve bir yandan da henüz doğmamış nesillerin eğitimi için kendimizi hazırlamaktan, sonra ailemizden başlamak ve suya atılan küçük bir taşın, atıldığı noktadan başlayarak dışarıya doğru su yüzeyinde oluşturduğu muntazam periodik daireler gibi etrafa doğru yayılmak durumundayız.

 

KUR’ÂNIMIZ, İPUCU VERİYOR…

Kur’ânî bir anekdot: “Biz Musa ve kardeşine: Kavminiz için Mısır’da birtakım evler hazırlayın ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapın ve namazı da hakkıyle ikame edin. (Ey Musa) mü’minleri müjdele, diye vahyettik.” (10-Yunus/87)

Ayetin orijinal metni üzerinde etimolojik bir tahlili, değerli okuyucu kardeşlerime havale ederken, kısa bir değini ile konuyu geçmek istiyorum. Mealde geçen: “Birtakım evler” ifadesi hakikaten ilginçtir. Çünki ayette “buyût” kelimesinin gramer yönünden marife olarak değil, ‘buyûten’ şeklinde nekra yani belirsiz olarak zikredilmesi, kelimeye Fir’avn rejiminin denetim ve kontrolünde olmayan “birtakım evler” anlamı kazandırır ki bu, bir takım laik/demokratik rejimlerin baskı ve denetimleri altında selden kütük kapmaya çalışırcasına çırpınan bu günün biz Müslümanlarına da, nesilleri eğitme konusunda, neyi nasıl yapmamız gerektiğini gösteren bir işaret fişeği manası taşımaktadır.

 

Her insanın ve bilhassa da müslümanların sığınağı ve bir nevi ‘Küçük Cennet’i olan AİLE, yeni nesillerin en güvenli ve özgün eğitim kurumu durumundadır. Ancak bu cümlelerden çocuklarımızın, yaşadıkları coğrafyalarda, İslami olmayan sistemlerin zoraki dayatmaları ve denetimi altında bulunan her kademedeki  (İslâmın müsaade ettiği) okullara gönderilmemesi anlamı çıkarılmamalıdır. Çünkü işaret edilen durum bir “belvâ-i umûmî”= ‘Genel âfet’ görüntüsü arz etmektedir ve asla derde devâ değildir. Çünki denizin tehlikesi boğmaktır. Ancak bu tehlikeden kurtulmanın yolu, denizden uzakta durmak, hiç değildir. Tek kurtuluş çaresi, yüzmeyi öğrenmektir. Çocuklarını kafesteki kuş veya akvaryumdaki balık gibi her türlü riskten azade yetiştirmeye çalışan kimselerin ve grupların, ilerleyen zaman içerisinde yaşadıkları hüsran da, yakın/uzak geçmişte yaşanan sayısız örnekleriyle gözler önündedir.

Beşerî sistemlerin dişlileri arasında, sosyal medyanın kontrol edilemez çarklarına karşı en iyi sığınak şübhesiz ailedir. Amma, artık ebeveynlerin çocuklarını değil; çocukların ebeveynlerini yönlendirdiği ve hatta hükmettiği günümüz dünyasında çarkların doğru işlemesini sağlamak üzere aynı derdi taşıyan insanlar arasında genel bir konsensüse duyulan ihtiyaç da ortadadır.

Aile okulları’ diye tanımlayabileceğimiz bu sistem zor ve uzun zaman isteyen ama sonuç getirici ve doğru bir yöntemdir.

Yani yukarıda da işaret edildiği üzere gerçek derdimiz, neslin eğitimi ve bu eğitimin gerçekleştirileceği özgün kurumları oluşturmak ise, eğitime anne babalar, ebeveynler ve veliler olarak kendimizden başlamamız gerektiği açıktır.

 

SORUNU İHLASLI YÜREKLERLE ÇÖZMEK…

Çok uzak olmayan eski dönemlerde, yazılı metinlerde İHLÂS’ın tanımı şöyle yapılır: “ İhlâs, gizlide ve âşikârede aynı hâl üzere bulunmaktır.”

Bu ifade ile, her birimizin kusursuz, günahsız ve lâ yuhtî olmamız gerektiği yönünde bir mana kasdımız yoktur. Zira böyle bir hal, bizler için söz konusu olmadığı gibi çocuklarımız ve nesillerimiz için de mevzu bahis değildir. Hiçbir şey, ilminin dışında olmayan rabbimiz, bunun böyle olacağını, yani eşyanın tabiatini bildiği için: “Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır. Onlardan sakının. Ama afveder, hoşgörülü ve bağışlayıcı davranırsanız, şübhesiz Allah da çok bağışlayıcı ve engin merhamet sahibidir” (64- Tegabun/14) mealindeki ayet-i kerime ile bizi gereğince uyarmaktadır.. Yani genelde nesillerimizin, özelde ise aile ferdlerimizin ve çocuklarımızın ibadetler, dinimizin öğrenilmesi, ahlaki davranışları, kimlik ve kişilik sahibi olmaları vs. konulardaki dikkatsizlikleri, rehavetleri ve göreceli duyarsızlıkları karşısında bizlerin, daha esnek ve anlayışlı davranmamız ve onlarda problem gibi algılanabilecek sorunların çözümünü makul bir zamanlamaya yaymak gerektiğini anlıyoruz.

Tabiat boşluk kabul etmiyor. Nitekim bizler, 6 şubatta yaşanan ve halen şiddetli sarsıntılar ve sosyal hayata yansımaları ile devam etmekte olan son deprem âfetini doğru okumakta da yaya kaldık. Gençlerimizi de okuyamadığımız gibi…

Halbuki günümüz müslümanları olarak bizlerin en büyük handikaplarından biri, bu yaş, ekonomik ve cinsiyet sınıflarına ve de sosyal şartlara, günün ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmiş ve güncellenmiş projelerimizin bulunmamasıdır. Onları kuşatmalıyız ve onlara hitab ederken çağın dilini kullanmalıyız. Din eskimez amma, din dili eskir. Elbette temel kavramları korumamız gerektiği açıktır. Nitekim gerek cami kürsülerinde ve gerekse okullarda kullanılan din dilini, muhataplarının yaş ve algı seviyelerine göre ayarlamış, bu dikkate sahip nice hocalarımızın oldukça başarılı sonuçlar aldıklarını memnuniyetle müşahede etmekteyiz.

 

Genel bir sınıflamaya göre eğitim kurumları ‘Örgün’ ve ‘Yaygın’ olmak üzere iki kısımdan oluşur. Birinci gruba her seviyedeki okullaşmış kurumlar girer. İkinci grubun yani yaygın eğitim kurumlarının alanı çok çok geniş olup, meslek kurslarından halk eğitim merkezlerine, sokaktan stada, fabrikadan, hastaneden pastaneye/postaneye, sosyal medyadan toplu taşıma araçlarına, evimizdeki televizyondan cebimizdeki telefona… Bunların hepsinde, uyulması gerekli birtakım alışkanlıklar, refleksler ve kurallar vardır.  Aile, sosyal medya, cemaat çalışmaları, STK’lar ve camiler gibi… Ancak, konumuzu ilgilendiren tarafıyla nesillerimizi ahlakî değerlerinden ve itikatlarından koparmak isteyen seküler anlayışlara karşı, bu kurumların hayatımızda artık vazgeçilemez ve önlenemez tesirlerini doğru kanalize ederek gereğini birlikte yaşamalıyız.

 Elbette, bu beklentilerin günümüze yansıması için yerine getirmemiz gereken birçok görev var. Gençlere yapacağımız yatırımın uzun vadede hayırlı sonuçlar getirmesini bekliyorsak, uzun soluklu projeler üretmeliyiz. Zira insana yapılan yatırım, yatırımların en çok para ve en çok süre isteyeni olduğu gibi; en çok da fire verenidir. Aşağıda okuyacağınız satırlar, bu hakikati gayet manidar ve acı şekilde dile getirmektedir. Gençlerimizi ihmal etme hakkımız yok. Çünki kadını, erkeği, çocuğu, yetişkini, zengini, fakiri, yaşlısı genci olmayan bir İslami hareketten söz edemeyiz. Yani onu sadece yetişkin erkekler üzerine bina edemeyiz.

 

  •  

Yaşı müsaid olan ya da yakın tarihe ilgi duyan okuyucu kardeşlerimiz hatırlayacaklardır. 1992 yılının ilk aylarından 1995 Aralık ayına kadar yaklaşık 4 yıl süren Bosna savaşı günlerinde Avrupa’da, tüm dünyanın gözleri önünde yaşanan dram ve bunun Ümmet-i Muhammed’in sinesinde açtığı derin yaraya rağmen batının çirkin ve çirkef yüzünü en azından bizlerin görmemize vesile olması da manidar bir durum olarak karşımızda durduğu günlerde; kendisinin de taraf olduğu hümanist fikirler ve yaklaşımlar konusunda akademik çerçeveli bir konferans verecektir. Hatip, konuşmasının sonunda, notlarını koltuğunun altına alarak;  Avrupa’nın sosyal, kültürel, ahlakî ve insani değerlerden kapitalist ve materyalist dayatmalar sebebiyle -uzaklaştığını değil- koptuğunu; anılan coğrafyanın bir zamanlar siyasi ümidi olan Marksizmin çöktüğünü, kilisenin tasallutu altındaki Hristiyanlığın bittiğini ve sözünü ettiğimiz Bosna savaşı öncesinde batı dünyasına yeni bir ümit ışığı gibi lanse edilen Humanizm’in de bu savaşla birlikte doğmadan öldüğünü ifade etmek üzere bitmişlik görüntüsü, titrek bir ses ve yorgun adımlar eşliğinde: “(Hristiyanlık anlamında) İsa Öldü… Marx da Öldü… Ben de kendimi iyi hissetmiyorum!..”  cümleleriyle kürsüden iner.

Bu anekdotu sunmaktaki amacımız, dünya ülkelerindeki gençlerin içinde bulunduğu açmazların ve problemlerin çokluğuna bakıldığında yine de her şeye rağmen halkı müslüman olan ülkelerin gençlerinin olumsuzluklardan korunmuşluk oranının, diğer din ve kültür coğrafyalarıyla kıyaslandığında çok daha yüksek olduğunu müşahede ediyoruz. Yani ümit, her şeye rağmen yine de İslam toplumlarında.

Yeter ki, başka yerlerde çözümler aramak yerine, kendimize gelelim ve yine kendimizden

başlayalım, VESSELAM…

 

Yazar: Emir Eş

 

Yazar:
logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul